Yaşam dediğimiz döngüde her insanın bir dip noktası olmuştur. “Bundan daha kötü bir şey olamaz,” deyip kendini oldukça kötü ve çıkmazda hissettiğin anlar… Ben bu anları oldum olası sevmişimdir. İnsanı tam anlamıyla derin bir düşünce silsilesi alır. Olasılıkları tartar, beyin daha farklı çalışır ve sürekli bir çözüm yolu arar. En dipte olduğunu bildiğin halde, yine de bir çıkış yolu aramaya devam edersin.
İşte bu zamanlarda, insanın aklına intihar fikri ağır basar. Eğer hâlâ farklı seçenekler düşünüyorsan, aslında dip noktada değilsindir. Gerçek dip noktasında çözüm yolları genellikle karanlıktır: “İlaç mı içsem? Yüksek bir yerden mi atlasam? Kendimi denize mi bıraksam? Bir ip mi bulsam?” gibi karanlık düşünceler zihni sarar ve bunların çözüm olduğuna ikna olunur.
Bu esnada, insanlara karşı söyleyemediğin kelimeler çığ gibi büyür. Ve ardından bir intihar mektubu bırakılır. Çoğu zaman bu son sözdür; ama bence bu mektup, aynı zamanda katilini gösteren belgedir. İnsanları sadece bıçak, silah gibi aletler öldürmez; duygusal insanların canını, silahtan çok kelimeler, anlaşılmamak ve ilgisizlik yakar. Zaten dip noktasına gelen insanlar da genelde duygusal olanlardır. Çünkü bu süreç, bir duygusal çöküntüyle başlar.
Sen dibe vardığının farkında bile değilsindir aslında. İlk başta bir isteksizlik gelir insana. Her zaman yaptığın şeyler anlamsız gelmeye başlar, değiştirmek istersin. İşini değiştirirsin, arkadaş çevreni, hobilerini, dinlediğin müzikleri… Baktın ki değişiklik yetmiyor, anlamsız bir boşluk çöker içene. Bu anlamsızlık, dibe yolculuğun başlangıcıdır. Ardından sorgular başlar: yaşamını, arkadaşlarını, işini, bu dünyaya geliş amacını… Sorgular bitmez. İçindeki “kendin” ile bir savaş başlar. Bataklık gibi seni içine çekmeye devam eder. Düşündükçe daha da batarsın.
Sonra bahaneler bulursun: sevgilinden ayrılırsın, kumara sürüklenirsin, tüm paranı kaybedersin, borç alırsın, yine kaybedersin… Ya da bir yakınını kaybedersin. Ama aslında bunlar senin asıl sorunun değildir. İnsan, sebep-sonuç ilişkisine muhtaç olduğu için bu olayları dip noktası olarak görür. Oysaki asıl sorun, aitlik hissidir. Dedim ya, insan sorgulamaya başlar diye… O sorgulama, bu dünyaya ait olmadığını düşündürmeye başlar sana. Sonra bir neden ararsın: ayrılık, para, ölüm gibi. O “neden” olur senin bahanen, “sonuç” ise çoğu zaman bir kutu ilaçtır.
Bu yüzden insanın anlam arayışı asla bitmemeli. İnsan, bu dünyada bir yerlere ait hissetmeli. Ve biz insanlar, egolarımızdan sıyrılmalıyız. Çünkü ölen insanların birçoğunda hepimizin parmağı var. İntihar eden kişiler, hep anlaşılmak ister. Bizse ya anlamayız ya da farkında olmadan acılarıyla dalga geçeriz. O dipteki insanın bataklığı oluruz.
Bunu bir psikolog şöyle özetlemişti:
“Bir insanın omzuna dokunduğunuzda gayet normal bir tepki alırsınız. Eğer o kişinin omzunda bir yara varsa, daha sert bir tepki verir.”
Biz de çoğu zaman insanların duygusal yaralarına dokunup, onların çığlıklarını duymayız.
Mesela bana her zaman “Sabır”, “Canım Anam”, “Neden” gibi dövmeler saçma gelmiştir. Hatta arkadaş çevremde bu dövmelerle dalga bile geçerdik. Ta ki 2018 yılında tanıştığım bir kızda “Neden” yazılı bir dövme görene kadar… Sordum:
“Bir insan kendine bunu neden yapar ki?”
Ve o da başladı anlatmaya…
“Babası olacak mahlûkat, annesini öldürüyor. Kendisi yetimhaneye düşüyor. Daha on altı yaşındayken türkübara, yani pavyona satılıyor. O yaşlarda sürekli hayatı sorguluyor: ‘Neden Allah’ım ben?’”
O dövmedeki “Neden”, aslında bir soru. Dip noktasına başlangıç. Dalga geçtiğimiz “Neden” dövmesi, aslında felsefenin ta kendisi…
Dip noktamdan tüm beşeriyete son mektubumu sunarım.
Daha yaşanabilir bir dünya için el ele vermeniz dileğiyle.

1 views
0 yorum