Nereden başlayacağımı bilmediğim bir yazıya “merhaba (!)”
Ne denir, ne anlatılır bilmiyorum; aslında beni bilen bilir… Susmak nedir bilmeyen, bir konu bitmeden başka bir konuya geçen, biraz deli, daha çok dolu birisiyim. Neden dolu olduğumu ben dahi bilmiyorum; aslında ben kendine “hiç” diyen koskoca, gerçek bir hiçim. “Gerçek bir hiçim” diyorum; çünkü hiçlik büyük bir felsefedir, ben ise o derin felsefeyle dediğim hiçlikten bomboş bir insana dönüşen, dünyanın rengine kanan, biraz saçma, biraz da salak bir insana dönüştüm. Nasıl böyle bir insan oldum, ben de anlamadım… Dedim ya, işte doluyum (!), hem de fazlasıyla doluyum. Bu yazıyı yazarken normal şartlarda iki büyük içmem lazımdı ama bir büyük demlik çay demliyorum. Buradan “bir takım” olmayan, “tek” ve özel insana teşekkürlerimi sunarım. Belki de bu yazımı tek okuyacak da odur. Okuyanlara şimdiden en içten dileklerimle teşekkürlerimi sunarım.
Yine tutturdum bir hiçlik… Nedir bu hiçlik? Cidden çok merak ediyorum, ne zaman tutuldum bu “hiç” kavramına da beni ben yaptı; derin bir felsefenin içerisine sokup oradan bir türlü çıkarmadı beni. Soranlara diyorum: “Ben bir hiçim.” Merak ediyorlar; onlar da ekliyor: “Nedir hiçlik?” diye… Şimdi sol yanı yanmamış bir insana tasavvuftaki hiçliği anlatsam, kibriyle benliğini kullanıp beni kırar, ezer. Nietzsche’nin nihilizmini anlatayım desem kalkar, “ateist eder” beni. Tasavvuftaki hiçliği anlamayan Nietzsche’nin nihilizmini nasıl anlasın sonuçta? İşte ben de ondan diyorum ki: “Ben hiçliği anlatmaya başlasam üç sayfa, beş sayfa, hatta yüzlerce sayfa yazıyla anlatırım; şimdi ayaküstü nasıl anlatayım size hiçliği?” Konu orada kapanıyor ama gelin görün ki benim içimdeki o “hiç” algısı… Ne geceleri uyutuyor ne gündüzleri. Sonra başlıyorum derin bir felsefeye: “Aslında ne geceler var ne de gündüzler; aslında yokuz ki gece uyuyalım, sabah kalkalım. Ne yani, akşam saatleri güneş diğer kuzey kutbunda diye mi akşam? Sonuçta güneş olduğu gibi kalıyor, sadece biz görmüyoruz. Bu, gündüzleri bitirebilir mi? Gözüm görmüyor diye koca günler yok olacak değil ya!”
Sonra içimdeki sesler konuşuyor, düşünüyor, tartışıyor; bir karara varamıyorlar. Hep sonuçsuz kalan soru işaretleriyle yavaş yavaş yol alıyorum. Gitmek için illa bir yola da ihtiyaç yok. Zaman aktıkça insan dursa bile gittiği yol bitmez; zaten bundan değil mi doğum günü kutlamalarımız? Yaş almak, zamanın geçmesi, yitmek… Yani sen sabit kalsan da insanın yolu bitmez. Sadece fark etmiyoruz yolda olduğumuzu. Mesela sonbahara girdik; 9–5 çalışmaktan bize dayatılan hayatı yaşamaktan hangimiz başımızı kaldırdık? Cidden benliğini aramayan insanları geçtim; en basit örnekle anlatacak olsam, ağaçtan düşen bir kuru yaprağı alıp baktınız mı? Sonbaharın gelişini kutladınız mı? Biz neye kanıyoruz bu kadar fazla? Mesleklerimize kandığımız için mi geçen hayatın akışını bile izleyemiyoruz, bize bir “biz” yarattıkları için mi soru sormadan uyuyoruz onların dediklerine? Şimdi Nietzsche diyor ki: “Modern dünyada Tanrı öldü.” Bunu demesindeki amaç, modern hayatta Tanrı’nın bir yeri olmaması. Cidden sizce de öyle değil mi? Düşünmekle, okumakla bir ton ayet varken saçma sapan hocaları dinleyip bir kısım insan “aaa” diye hayranlık beslerken bir kısım insan da inançsızlığa sürüklenmiyor mu? Kutsal kitapları açıp okuduğumuzda çok can alıcı yerler de yok değil yani. Güzel öğütler, bilimsel birtakım argümanlar da var içlerinde. Lakin yeni kurulan modern din, “kapitalist sistem”, bize robotik bir hayat sunduğu için sorgulama algılarımızı, düşüncelerimizi alıyor ve aslında istemsizce Nietzsche’nin nihilizmine gidiyoruz da fark etmiyoruz. Çünkü içimizde öyle anlamsız bir din barınıyor ki sadece kabul edemiyoruz Nietzsche’nin nihilizmini. Baktığınızda inandığınız dinler için günde kaç saatinizi ayırıyorsunuz, kapitalist dinin getirdiği para için kaç saatinizi ayırıyorsunuz? Aslında hepimizin içinde bir Nietzsche’nin nihilizmi yatıyor.
Ben de durumlar biraz farklı. Neden diyecek olursanız, ben tasavvufa kaçıyorum; ama sakallı, cübbeli, şeriatçı hocalar gibi değil de sufiler gibi. “Sufi” demek bile huzur veriyor 🙂 Teslim olan, benliğimi yitirip hiçliği bulan bir ruh var içimde. Cennet veya cehennem değil de yolu, zamanda akmayı seven bir ruh… Tüm mesele bu aslında: esen rüzgârda kendini aramak, olmayan güneşte kendini hissetmek, aydınlıkta yıldızları parlatmak… Teslim olmak işte!
Yazımın başında dedim ya “Son zamanlarda saçma sapan bir insan oldum; bu hiçlikten boş bir hiçliğe evrildim, dünyanın rengine kandım.” diye… Ben işte o teslimiyetimi, Allah’ın sol yanıma koyduğu “o solumdan yürümeyi sever” insana teslim ettim. O ise hep bir sorgu içerisinde, haklı olarak… Ben koca bir hiçim ve artık biraz da piç; çünkü teslimiyetimi kaybettim. Anlayanlara selamlarla, bol sohbetler…
1 views
0 yorum